(ON KURUŞ MUHABBETİ)
Altmışlı
yıllarda on kuruş önemli bir para değildi. Önceleri sarı onluklar vardı,
küçük fakat alımlı. Sonradan bakır onluklar çıktı, iriceydiler ama ömürleri
pek uzun olmadı. Bir de ortası delik paralar vardı. Bir kuruş, iki buçuk
kuruş. Çekmecelerde uğur parası niyetine bulunurlardı. O zamanlar bir kuruşla
hiçbir şey alınmazdı ama bir onluk iki de iki buçuk kuruşluk oldu mu
gevrek alınırdı. Simit değil efendim gevrek, gevrek. İster İzmir gevreği
alırdınız çıtır çıtır, bal susamlı nar gibi kızarmış; ister taban
gevreği, burcu burcu nohut mayası tatlı maya kokulu. Peki ya simit? O
katmercide olur ve susamlı değildir. Mermer tezgaha şırak şırak vura vura
açılmış ince hamuru içine kırılan yumurtalar, bolca serpiştirilen peynir
ve maydanozla kare biçiminde bohçalayıp yağda kızartınca, katmeriniz kısmen
hazırdır. Tabağa dilimlenen katmerin üzerine tavadaki kızgın yağa şöyle
bir gösterilen simit doğranır; üstüne de bolca peynir rendesi, hem de maya
peynir,tulum peyniri. Eh artık .... dayanamam gari.
Bayramlarda çoğu amcalar on kuruş verirlerdi. Yürürken cebimde
paralarım şıngırdasın isterdim. Nikel yirmi beş kuruşluklar çok güzeldi.
Mermi taşıyan bir Anadolu kadını, bir gazi anne vardı arka yüzlerinde.
Zamanın en büyük madeni parası bir lira,hem pahada hem de yükte ağırdı,
ciddi bir paraydı. Bunlardan birkaç tane varsa cebinizde, biraz koşacak olsanız
şangır şungur...
O zamanlar her çocuğun bayramlarda bir lira verebilecek bir dedesi
belki yoktu, ama benim vardı. Rahmetli büyükbabam, hiç hak geçirmezdi. Bütün
torunlarına birer lira verirdi, ne eksik ne fazla. Bir liralıkların sahtesi
de olurdu, onlar ne şıngırdar ne de tıngırdardı. Yere attınız mı lop
diye otururlardı. Kalp para denirdi onlara. Şimdilerde nedense madeni paranın
sahtesine hiç rastlanmıyor. (!)
Efendim uzatmayalım başımda sarı şeritli ay yıldızlı şapka
ortaokula başlıyorum. Sene 1965 gevrek hala onbeş kuruş. Şimdiki Ödemiş
İlköğretim Okulu o zamanlar hem lise hem ortaokul. Sınıflar kalabalık.
Topu topu iki bina var. Biri Havuzlu parka bakan idare binası, diğeri çoğu
zaman camları eksik ya da kırık, tabanları mazot kokan Eski Bina.
Müdürümüz, bugünün emekli gençliği hatırlayacaklar:Hani okulun
her açılışında kalem kıran “ Bir günlük ders bir kalem,bakın nasıl
kolayca kırılıyor- cat – iki günlük ders iki kalem, bir haftalık ders
–beş- değil altı kalem” diyen Abdürrahim Bey. O zamanlar hafta tatili
iki gün değildi. Cumartesi günleri öğleye kadar okullar ve resmi daireler açık
olurdu.
Abdürrahim Bey, yeni bina inşaatına başladı. Bugün alt katı,
bodrum katı kantin olan binanın inşaatına . Neler yapılmadı bu inşaat için,
pehlivan güreşi, dana güreşi, rahvan at yarışı... Temelini ve bodrum katını
biz kazdık. Tarım, beden eğitimi, iş bilgisi derslerinde hafriyat yapıyorduk.
Kepçe yoktu o zamanlar. Damperli traktör, rampadan aşağıya iner, küreklerle
kasayı doldururduk. Toprak yumuşacık, ıldır ıldır yağlı, bas küreği
kulağına kadar otursun. Mezarlık toprağı ne de olsa.
Nice ustaların emeği geçmişti o binaya. Hakkı Usta, (benim ustam)Süleyman
Usta, Selami Usta ve daha niceleri... Bahçedeki asırlık serviler, eski binanın
yaşlı yüzü, nice pehlivanların kapışmalarına şahit oldu. Adapazar’lı
Sezai KANMAZ, İzmir’li Kara Ali, Ordu’lu Mustafa, Küçük orta
pehlivanlardan Dünya Güzeli Kel Hüseyin ve daha niceleri...
Güreş
bitince bazı fukara pehlivanlar parsa toplarlardı. Baş ve başaltı
pehlivanlarından parsa toplayan hiç görmedim. Pehlivan önce fötr şapkalı
iyi giyimli, kalın enseli amcaların önüne gider, sağ eliyle kıspetinin
dizine vurarak bir temenna çakar “Kesenize bereket ağalar” der; bu arada
diğer avucunu açardı. Bu yağlı avucanun içinde mendil niyetine bir bez parçası
dururdu. Herhalde paralar yağlanmasın diye. O zamanlar kağıt mendil yoktu,
onun yerine pehlivanlara ter, toz ve acı zeytinyağının yaktığı gözlerini
silsinler diye, ara sıra şeker çuvalından kesilmiş el kadar bir bez parçası
verirlerdi. Ha o şeker çuvalları çok sağlam olurdu, çok işe yarardı.
Ondan don bile dikilirdi. Bu arada pehlivanın avucu madeni parayla dolardı,
bir liralık, yirmi beş kuruşluk ve hatta on kuruşlarla.
Efendim uzatmayalım az önce don demiştim de aklıma geliverdi. Geçen
yüzyılın başlarında posta idaresinde çalışan iki memur varmış. Çok
iyi arkadaşlarmış. O zamanlarda da paketler şeker çuvalları içinde
gelirmiş. (İthal malı olsa gerek.) Çuval da öyle güzel, öyle sağlammış
ki memurlardan biri kıyamayıp almış, taş gibi bir iç donu dikinmiş.
Paketi de çuvalsız olarak yerine teslim etmiş. Ne var ki bel lastiğinin
hemen yanındaki cemaziyülevvel(1) yazısı yıkansa da çıkmıyormuş.
Çalışırken eğildikçe beli açılır, cemaziyülevvel yazısı okunurmuş.
Başka hiçbir kabahati yokmuş garibin. Gel zaman git zaman iki arkadaşın
arası açılmış. Öteki ne dese iyi “Ben senin cemaziyülevvelini bilirim
be.”
(1)
Cemaziyulevvel:Hicri takvimdeki beşinci ayın adı.
Cemaziyulahir :
Aynı takvimdeki altıncı ayın adı.
Ne diyordum ben? Ha Abdürrahim Bey subasman betonu döktürecekti, çimento lazım
ama para yok. Bir torba çimento yalan olmasın ya iki buçuk, ya da üç lira.
Abdürrahim Bey, her birimize içinde on kuruşluk yüzer adet bağış makbuzu
bulunan birer koçan dağıttı. “Çocuklar bunları satın bana onar lira
getirin” dedi. İş ciddiydi, satmayan babasına satacak on lirayı
getirecekti. Biz yüzlerce öğrenci Ödemiş Çarşısına daldık, kahve
girdik kahve çıktık, ikişer üçer hatta birer birer sattık. Bazı amcalar
“bi koyundan kaç tane deri çıkar yav?” dediler, duymazlıktan geldik.
Elimizde kalan üç beş liralık bağış makbuzunuzu da babamıza sattık.
Onar lirayı ,yani dört torba çimento parasını okulumuza götürdük. İki yıl
kadar sonra birinci kat tamamlanmıştı. Sınıfımız tertemiz badana, kireç
kokuyordu, orta üçüncü sınıfı orada okumuştuk.
Hiç dikkatinizi çekti mi? Ödemiş Devlet Hastanesi’nin duvarında da
bir on kuruşluk var.
Ah on kuruş ne tılsımlı paraydın sen, okullar seninle, hastaneler
seninle yapıldı. Bu günlere yetişseydin belki Beydağ Barajı’nın alnına
da asardık seni. Kim bilir belki de bir hızlı trenin boynuna da takardık
seni...Hani şu Japon çocukların, Fransız, Alman çocukların bindikleri ama
benim hiç görmediğim; geliş gidiş çocuklarımın da göremeyeceği hızlı
trenlerle, torunlarım İzmir’e gidip gelirler mi acep? Demir ağların üzerinden
uçar gibi giden çağdaş ulaşım araçlarını, onlar olsun görürler mi
acep?
Ali
İrfan ÖZBEK
Türkçe Öğretmeni